Bu yüzyılın insanları olarak ilk önce “modernite” ismiyle tanımlanan bir zamanın içinde bulduk kendimizi ve bu kavramın toplumun her alanını şekillendirmesi bir parmak şıklatması gibi çok kısa bir zamanda gerçekleşti, elimizdeki telefonlarla bir kaç saniye içerisinde dünyanın her yerinde, her alandaki değişimlere erişmemizle başladı. “İnternet kullanımının yaygınlaşması” ifadesi bu günki genç insanlar için çok yabancı bir tarif, çünkü onlar zaten var olan yayılımın içine doğdular. Doğanın akışında hep var olmuş bir gerçek gibi benimsenmiş olması son derece doğal. Bu zamanlar yaşanırken yeni kavramlar girdi hayatımıza “post-modernite, post-truht” gibi ve yine kavramlar toplumları ve hatta insanların duygularını şekillendirmeye devam ettiler.
Post-modernizm bazı araştırmacılara göre moderniteden kopuş anlamına gelirken, bazı araştırmacılara göre “modernizmin devamı, modernizmden kaynaklanan” ifadeleriyle bütünleşerek tanımlanıyor her iki ifade de bir yenilik söz konusu, yeni bir şey…Peki bu hızlı geçişler olurken ruhumuz bunu nasıl kabul ediyor? Daha doğrusu edebiliyor mu? Teknolojinin bize sağladığı kolaylıklarla bütün işlerimizi tamamlarken ruhlarımızın yarım kaldığı bir çağdayız. Eskiler “robotlaşıyoruz” derlerdi bugün ise robotlaşamadan “yapay zekalılaştık” fakat insan ruhu olan bir varlıktır. Bizler ruhumuzu da beslemeye ihtiyaç duyarız, herkesin bir yöntemi vardır bunun için, kimisi bir manzaraya bakar, kimisi dans eder, kimi ise hiç denemediği bir şeyi tecrübe ederek doyurur ruhunu, ruhun sağlığı gibi ruhun açlığı da vardır ve bu açlık bir öğün yemek yiyerek giderilen bir açlık da değildir. Hızlıca, alel acele doyuramazsınız ruhunuzu. Çok telaşeli, acele etmeniz gereken bir anda, sadece bir dakika durmayı deneyin, parmak uçlarınızı dinleyin, göğüs kafesinizi, boynunuzdan sırtınıza doğru yayılan gerginliği dinleyin sonra hepsini serbest bırakın bir anlığına, sadece bir anlığına. İnsan ancak dinlediğinde duyabilir ruhunu.
Ruh öyle derindir ki şehirlere sirayet eder, örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar Bursa’yı tanımlarken “ruhaniyetli şehir” der, Bu ruhu şehre kazandıran o şehrin insanlarının yaşanmışlığıdır, bu yaşanmışlıkları oluşturan ise muhabbettir, kelamdır, anlaşmak, anlamak ve anlaşılmaktır. İnsanın en çok arzuladığı şey anlaşılmak değil midir zaten? İlk kelimelerimizi öğrendiğimiz andan itibaren derdimizi anlatmaya çalışırız. Bursa… Ruhaniyetli şehirdir gerçekten, peki şehir kendini nasıl ifade ediyor? Nasıl konuşuyor bizimle? O ruhu hissetmek için de durmak gerekir, durmak ve Bursa’nın meşhur hanlardan birinde bir kahve içmek gerekir, bir kaç dakika gözleri kapamak, şehri duymak, duyumsamak gerekir. Bir kahve bazen ruhun gıdası olur, tam olarak böyle anlarda her şeyi bırakıp bir kaç dakika bütün telaşları def edip insanın kendisini de duyması gerekir. Fincanı tuttuğunuz kulpa bir bakın mesela, kaç el değdi ona yıllar içinde ve neler hissettiler, kim bilir nerelerden geldiler, belki bir ring otobüsü mesafesinden, belki de kıtalar ötesinden bir misafir dokundu bu fincana ve sizinkine benzer duygularla içti kahvesini, başını kaldırıp baktı belki de yaprakların arasından sızan güneşe, vaktiyle Han’a girip çıkan atların nal sesleri çınladı belki kulağında, Tefekkür etmek, asırlardır orada duran bir çınarın gölgesinde o çınarın nelere şahitlik ettiğini hayal etmek gerekir. Durmanın hazzı bu anlarda anlaşılır ve insan durmadan ne kadar hızlı olduğunu anlayamaz.
Bir zamanlar bu zamanın yeniliklerini kullanmayı öğrenmeye çalışırken, modern insan “durmayı, yavaşlamayı” öğrenmeye çalışıyor. Hızlı aksiyonlar, hızlandırılmış eğitimler, hızlandırılmış toplantılar…Bir düşününce farkediyor insan ne kadar acelesi olduğunu, peki ama nereye yetişeceğiz, kendimizi kaçırıyorken? Çatlaklar arasından bin zahmetle salınmış bir çiçeği göremiyoruz, yaşadığımız şehrin rüzgarının uğultusunu hissedemiyor, yağmurunun bize fısıldadıklarını duyamıyoruz. Şehir bize ne anlatıyor idrak edemiyoruz. Büyük bir telaşe çemberinde ateşe giden bir pervane gibi hızla dönüp duruyoruz. “Akışta olmak” büyük bir konfor sağlıyor belki, kontrolu bırakmak ve üzerine çok düşünmeden “anı yaşamak” bu klişeleşmiş kalıp bir aldatmaca. Eğer sistemi biz tanımlamazsak sistem bizi tanımlar, kapılıp gidiyoruz sistemin götürdüğü yere, ancak biz birer dişli çark değiliz…